Küçük bir çocuğun istediği bayram hediyesi
Bir Ramazan ayı… Mevsim kış. Hava soğuk mu soğuk. Rüzgâr insanın yüzünü kesiyor, içine işliyor âdeta. Nereden geldiği bilinmeyen göçebe bir aile naylon ve kartonları kullanarak iğreti bir çadır yapmışlar kendilerine, uzaktan denize bakan boş arazinin bir köşesine.
Küçük bir çocuğun istediği bayram hediyesi
Şehrin bir yakasını diğerine bağlayan ana caddenin biraz içerisinde yoldan rahatlıkla görülebilecek yerdeler, hayatın kıyısına tutunmuş bu insanlar. Biri yaşlı, diğeri daha genç iki kadın ve farklı yaşlarda dört çocuk… Derme çatma çadırın içinde bir yoksulluk öyküsü, anlatılması zor bir yaşam mücadelesi sürüp gidiyor. Ne üstte var ne başta derler ya işte aynen öyle… Çocukların kendileri büyümüş ama elbiseleri maalesef küçücük. Belli ki nice zamandır eskisini atıp yeni bir şeyler alamamış, belki de hiç yeni giymemişler. Onun bunun, başkalarının verdikleriyle yetinmeyi bilmişler.
Ve işe gidip gelirken bu insanları fark ediyor bir beyefendi. Çadırın önünde yarı çıplak koşturan çocukları. Kendisi paltosunun içinde bile üşürken, içini yakıyor gördüğü manzara. Uykuları kaçıyor günlerce. Ne yiyip ne içiyor, bu kış kıyamette nasıl ısınıyor bu aile? Ve sağanak yağmurun yağdığı o gece karar veriyor, gidip onlarla tanışmaya, kabul ederlerse eğer yardım elini uzatmaya…
Sabah biraz erken çıkıyor evden, arabayı uygun bir yere park edip barakaya doğru yürüyor. Yanlarına varıp, “selam” veriyor. Hikâyelerini dinliyor ayaküstü, durumlarına yakinen şahit oluyor. Yaşlı kadın, yani evin(!) ninesi anlatıyor bir çırpıda bu beklenmedik misafire, oğlunun bir iftiraya uğrayarak hapse düştüğünü, gelini ve torunlarıyla topladıkları kartonları ve plastikleri satarak ekmeklerini kazanmaya, hayatta kalmaya çalıştıklarını, gündüz neyse de akşamları yağmurda, ayazda ne çok üşüdüklerini, çocukların yarı aç sabahladıklarını, üstlerine giydirecek doğru düzgün bir şeylerinin olmadığını…
Dinledikçe gözleri buğulanıyor, yüreği sızlıyor, utanıyor neden bu kadar geç kaldı diye, selam vermek için bu aileye… Hani biz mümin idik! Hani müminler kardeşti! Hani neyimiz varsa olmayanlarla paylaşacaktık, onlar aç iken biz tok yatmayacaktık! Hani merhametli olacak, açın, garibin hâlini anlayacaktık! Bu düşüncelerle yaşlı kadından hem özür diliyor hem izin istiyor, en kısa zamanda yeniden uğrayacağının sözünü vererek. Bu sefer boş değil elbet eli dolu gelecek.
Tam ayrılacakken beş yaşlarındaki kız çocuğu dikkatini çekiyor, gözleriyle sanki bir şeyler söylemek istiyor gibi. Yanına yaklaşıyor, başını okşarken soruyor yavrucağa:
— Öbür gün bayram. Benden ne istersin, ne getireyim sana bayram hediyesi olarak yavrum?
Bu kısacık ve çile yüklü hayatında belki ilk kez böyle bir soru sorulmuştu ona. “Dile benden ne dilersen” deniyordu âdeta. Bayramlık elbise, oyuncak bebek, şeker, çikolata, canın ne çekiyorsa söyle alayım, diyordu merhametli bir yürek. Şimdi bu kızcağız ne istese gerek?
Üstü başı kirli ama yüreği pırıl pırıl bu yavru bakın ne istiyordu:
— Amca, hiçbir şey istemiyorum ben kendime. Ama bak kardeşimin ayağına kaynar su döküldü. Canı yanıyor, çok ağlıyor. Bayramda ilaç getirir misin kardeşime?
Bu cevap karşısında eriyip bitiyor, gözyaşlarıyla bağrına bastığı bu yavrucaktan bütün insanlığa yetecek bir kanaat ve merhamet dersi öğreniyordu.
Her neredeyse şimdi o kız çocuğu, açık olsun bahtı..
Kaynak: Diyanet Dergi, Dr. Ülfet Görgülü