Biyolojik yaşın gerçek yaşın değil!

11.04.2022
A+
A-
Biyolojik yaşın gerçek yaşın değil!

Yeni nesillerin inanması, inandırılması ve bilmesi gereken en önemli husus, milletinin reel yaşını öğrenmesi ve bilmesidir. Biyolojik olarak yirmi, otuz, kırk veya yetmiş seksen yaş olabilir, fakat insanımızın rûhî bakımdan bin yaşında olduğunun inancında olduğuna inanması gerekir. Bin yıllık şuura sahip nesiller yetiştirmek zorundayız.

“MİLLΠkültürden koparak Batı kültür ve medeniyetinin kapsama alanına giren milletimiz, Hıristiyanlık rüzgârı ile savruldu. Ne kendi oldu, ne de Batılı. İkisi arasında savrulmaya devam ediyor. Bu savrulmadan en çok kültürün ana rahmi olan aile etkilenmektedir.”

“Güçlü aile, aynı zamanda güçlü medeniyet anlamındadır. Ailenin zayıflaması ile zincirleme inhitat (gerileme) başladı. Kur’ân-ı Kerîm, ailenin en temel bağı olan nikâh için “Hududullah” (Allah’ın sınırı) deyimini kullanmaktadır.”

“Aile merkezli çok zengin ve nadide kültür hazinesine sahip Türk toplumu, aile bağları zayıfladıkça kültürel zenginliğini kaybetmiş ve kendinden şüphe eden kimlik arayışında yeni nesiller türemeye başlamıştır. Özellikle son 17 yıl içinde savruk, anlamsız, temelsiz aile ve kültür politikaları ile önce kadını “özgürlüğüne kavuşturma” safsatası peyda olmuş, sonra nikâh bağları zayıflatılarak kadın öne çıkarılmış ve tam bir sosyal travma olan boşanmalar tavan yapmıştır.”

“Aile “SOS” vermektedir. Ailenin tesisinde öncelikle sorumluluk erkeğinken, uygulamalarda erkek tali duruma düşürülerek kadının sözlü beyanı ile evin dışına itilmektedir. Uygulama sonunda ya “kadına şiddet” veya “kadın cinayetleri” haberleri başını alıp gitmektedir. Sosyal bir gerçeği hâlâ göz ardı eden ilkel ve vahşi aile politikası sürdürülmektedir. Aileyi kutsallaştıran İslâm’ın temel hükümleri yok sayılmakta ve hayatın dışına itilmektedir. En dindar insan bile aile söz konusu olduğunda temel akidelerini inkâr yoluna sapmakta ve farkında olmadan küfre saplanmaktadır.”

“İslâm, son ve kâmil lâhûtî din ve ilk günkü kadar diri ve hayatın bütün alanlarını en ince ayrıntısına kadar kapsamaktadır. Daha anlaşılır bir deyimle, görünen ve görünmeyen bütün yönleriyle hayat, dinin kapsama alanındadır. Hıristiyan Batı toplumları sanayileşme sürecine girdikten sonra aile, ihmâl edilmiş ve hattâ terk edilmiş bir kurumdur. Sosyal yapının ayakta kalabilmesi ve ilerleme kaydedebilmesi, güçlü, inançlı ve eğitimli aile yapısı ile mümkündür.”

“Kur’ân, aile ile ilgili sağlam temel ve ölçüler tesis etmiş, çeşitli tavsiyelerde bulunmuştur. O, sosyal birliğin en üstün ve en sağlam şekliyle sevgi, bağlılık, merhamet, dayanışma, yardımlaşma, doğruluk, insaf ve Allah korkusunu gözeterek muhteşem bir aile kurumu tesis etmiş, sürdürülmesini hedef almıştır. Aile, dünya hayatı düzeninde olduğu gibi, ahiret hayatında da önemlidir. İyilere erişecekleri saadet ve Cennet müjdelenirken, onların yanında atalar, zevceler ve soylarından sâlih olanların bulunacağı, buna karşılık Cehennem’e girerken hüsrana uğrayanların kendilerini de, ailelerini de ziyana uğratacakları haber verilmiş, sevap ve azapta ailenin rolüne işaret edilmiştir. “Ey inananlar, kendinizi ve ailenizi ateşten koruyunuz!” (Tahrim, 6) emriyle ailenin korunması ve yüceltilmesi istenmiştir.”

Bozulan kimlik

“Kur’ân’da evlilik, ebedî bir akd, ağır ve sorumluluk isteyen bir anlaşma olarak tanıtılır (Rum, 21; Nisa, 20-21) ve eşlerin aile kuruluşunda, evlilikte ve anlaşmazlıklarda karşılıklı görevleri hatırlatılır. Evlilikten gaye, neslin devamı ve çoğalması (Bakara, 223; Nahl, 72) olduğu gibi, şehvet kuvvetinin de kontrol altına alınmasıdır. Kur’ân’da, eşlerin birbirine karşı yakınlıkları açıklanırken, birbirleri için elbise oldukları (Bakara, 187) istiaresine de yer verilmiştir.”

“Kur’ân-ı Kerîm’e göre erkek, evin idarecisi, bakıcısı ve hâkimidir. Ev içinde ve dışındaki ağır yükümlülükleri sebebiyle kadınlar üzerine kaimdirler (Nisa, 34). Ailede kadın ve erkeğin belirli hak ve yükümlülükleri vardır. Evin idarecisi olarak görev yapan erkek, hanımına karşı iyi davranmak durumundadır. Kadın da ilk etapta iffet ve namusunu korumakla yükümlüdür.”

“Kur’ân’da anne-babanın çocuklara karşı görevleri de belirtilmiştir. Onları sevmek ve değer vermek, onlara bir emanet ve denenme/imtihan vesîlesi gözüyle bakmak, yetişmeleri ve eğitimleriyle ilgilenmek, dünya ve ahiret tehlikelerinden korumak gerekmektedir. Anne-baba, iyiliğe lâyık kişilerdir. Kur’ân, Allah’a ibadetten hemen sonra anne ve babaya iyiliği emretmiş, onları iyilik ve yardım edilmesi gerekenlerin en başında saymıştır (İsra, 23-24; Bakara, 215; Nisa, 36; Nahl, 151; Lokman, 14; Ahkaf, 15, 17-18). Anne-babaya iyilik ve itaatin yanı sıra kötülük yapmaktan kaçınmak ve onların öğütlerini dinlemek de gerekir.”

“Kur’ân, çekiştirme, çekememezlik ve anlaşmazlıktan uzak, yardımlaşma ve dayanışmayı esas alan bir kardeşlik ahlâkını hedeflemektedir. Ayrıca akrabalık görevini yerine getirenleri övmüş, aile çevresiyle ilgiyi kesmeyi münafıklık ve fâsıklık olarak nitelemiştir (Bakara, 27; Ra’d, 21, 25; Muhammed, 22). Akrabaya ve çevremizdekilere mânevî yardımla birlikte maddî yardımda bulunmak da gerekmektedir: “Akrabaya, yoksula ve yolda kalmışa hakkını ver” (İsra, 26; Rum, 38) meâlindeki âyetlerde yardım, kesin bir emir hâlinde yer alan ahlâkî zorunluluktur. ”

“Bir araştırma yapılmış mıdır bilinmez, ama İslâm’ın temel bilgilerinden yoksun toplumda “Nasrânî/Hıristiyan” genel bilgiler zihinlerde daha çok yer tutmaktadır. “Elhamdulillah, Müslümanım” diyen samîmi insanlar bile kişisel ve ailevî olarak Hıristiyan geleneklerini titizlikle yerine getirmektedir. Hattâ en ileri derecede Hıristiyan gelenekleri fütursuzca içimize girmiş ve yer etmiş, itiraz edilince en büyük tepki Müslüman kesimden gelmektedir. ”

“Toplumsal refleksler, neyin İslâmî, neyin İslâm dışı olduğunu ayırt edemiyor; bir taraftan medya, bir taraftan Kilise’nin sinsi tesiri ile aileyi tahrip eden bir dezenformasyon, toplumu savunmasız bırakmıştır. Savunmasız bırakılan -başta aile olmak üzere- toplumda derin ve kalıcı çatlaklar meydana gelmektedir. Son yıllarda özellikle genç evliler arasında boşanma oranının artması, üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir mevzudur.”

Boşanma: En sevimsiz helâl

“Kutsal aile bağlarının özlemi ile evlenen, yuva kurması gereken gençler, “Hududullah” (Allah’ın sınırı) kavramını unutarak aileyi bir TV dizisi sanmakta ve ilk hamlede boşanma gündeme gelmektedir. Sosyologlar insanlık tarihinin modelini ve geleceğini inceleme alanı olarak aileyi baz kabul etmektedirler. Sosyal hayatın temel sorunlarını önce aile, sonra kültür çerçevesinde cevaplama ihtiyacı olarak görmektedirler. Bu görüş, günümüz toplumlarının bekâsının top, tüfek, bomba veya en güncel silah olan elektronik aletle değil, daha çok kültüre dayalı birlik ve beraberlik, bölünmezlik temeli olan tarih bilincinin güçlenmesine dayalı olarak ele almakta ve değerlendirmektedirler.”

“Yurdum insanı ne ölçüde kendi kültürüne sahiptir bilinmiyor, ama “Kültür, bir dalga gibi insanı sırtında mı taşımaktadır?” sorusu, insanı yeniden araştırmaya zorlamaktadır. Kültür alanında tartışmalar farklı olsa bile arayış, tarihin kültürel temellerine dayandırılmaktadır. Max Weber, insanın öncülüğünde tarih güçlerinin inşâ topluluğunun içinden doğduğunu kabul etmektedir. Günümüz sosyolojisi, toplumun ve değişmelerin sosyal sistemin dışından gelen güçler tarafından tayin edildiğini ileri süren birçok teoriyi bir tarafa bırakmaktadır. Her bakımdan bütünleşmiş ve gelişmiş, insan ihtiyaçlarını kâmil mânâda karşılayan tüm fertlerin memnun olduğu sosyal bir sistem henüz keşfedilmemiştir. Ancak bir gerçeği gözden uzak tutmamakta yarar var: Devlet eliyle yürütülen kültür politikalarının önceliklerinden biri, aile ve kültür politikalarını sağlıklı, temelini tarih ve medeniyetimizden alan bir zemine oturtmak ve geleceğe hazırlamaktır.”

“En kapsamlı mânâsı ile hayatı kapsayan her şey kültürdür. Ancak çok özel anlamda kültürün yuvası ve kaynağı ailedir. Kültür, insan topluluklarının kendi tarihî tekâmülü konusunda sahip olduğu şuur, bilinç demektir. İnsan topluluğu tarihî tekâmül şuuruna atfen varlığını devam ettirme gücü ve azmini gösterir ve gelişimini sağlar. Ülkemizde sosyal ve ekonomik kalkınmanın gereği olarak kültür ve tarih hâfızasının taze tutulması, çağdaş ve ileri düzeyde milletlerarası yarışta öne çıkması için öncelikle kültürel değerlerin tespiti, yaşatılması ve gelecek nesillere aktarılması hayatî bir önem arz etmektedir.”

“Kültür, bir cemiyetin kendi tarihi içinde meydana getirdiği değer hükümlerinin bütünüdür. Bu değerler; ilim, sanat, ahlâk ve dine ait değerlerdir. Kültür rûhîdir. Her cemiyetin kendi malıdır. Bizzat kendinin meydana koyduğu eserdir. Millet, kültürünü teşkil eden bu değerlerin üstünde yaşar. Yeni nesillerin inanması, inandırılması ve bilmesi gereken en önemli husus, milletinin reel yaşını öğrenmesi ve bilmesidir. Biyolojik olarak yirmi, otuz, kırk veya yetmiş seksen yaş olabilir, fakat insanımızın rûhî bakımdan bin yaşında olduğunun inancında olduğuna inanması gerekir. Bin yıllık şuura sahip nesiller yetiştirmek zorundayız.”

“Bin yılları aşan şahsiyetler harikadır. Kırk, yirmi, elli gibi yaşlar hastalıklıdır ve tedaviyi gerektirir. Azâmetli tarihinden koparılmış nesiller, âdeta ya bir spor kulübünün veya bir artistin gölgesine sığındırılmıştır. Sonuçta ülkenin geleceği âdeta bir karanlığa terk edilmiştir. Hâlbuki mâzinin azâmetine “mukaddesat” denildiğini çok az insan bilmekte ve idrak etmektedir.”

“Dev adımlarla ilerleyen teknolojik gelişmeler hayatı, dolayısıyla hayatın merkezi olan aileyi çok yönlü etkiliyor. Hayat standartları yükseliyor. Refah düzeyinin yükselmesi ile mümince yaşamanın temel niteliği olan “fazilet” ve “güzel ahlâk”, gönüllerde ağırlığını ve tesirini kaybediyor. Yerini çirkin ve sakil davranışlar alıyor.”

“İnsanlar “kendi olmak” yerine başkalarının çok kötü taklidi olmayı yeğliyorlar. Güzel ahlâk ve dinin toplum üzerinde belirleyici tesirini kaybetmesinin temel sebeplerinden biri, teknolojik gelişmeler ve refah seviyesinin yüksek seyri diye düşünülebilir. Gözden kaçan ama üzerinde düşünülmesi gereken, İslâm’ın aslî unsurları olansa şudur: “Kitap” ve “Sünnet”, Müslümanlar tarafından ailede gerektiği ve yeteri kadar öğretilmiyor, öğrenilmiyor ve o sebeple bilinmiyor. Kaynağından tetkik ve öğrenmek yerine itikat ve ameller kanaate ve kulaktan dolma indî görüşlere itibar ediliyor.”

Yazının aslına ulaşmak için bağlantıya tıklayınız.

Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.