Prof. Dr. Nevzat Tarhan Aile Gazetesi’ne Konuştu
Prof. Dr. Nevzat Tarhan Aile Gazetesi’ne Konuştu
Hocam zaman ayırdınız, çok teşekkür ederiz. Çok yoğun çalışmalarınızın olduğunu biliyoruz. Öncelikle Nevzat Tarhan’ı tanımak istiyoruz. Kimdir, hangi süreçlerden geçti.? Bir sosyolog olarak baktığımız zaman yaptıklarınızla bu toplumda bir sosyal aktör konumuna sahipsiniz ve çok önemli katkılar sağlıyorsunuz. Bu sosyal aktörün var oluşu, süreci nedir?
≥ Ben Merzifon doğumluyum. Çocukluğum kasabada geçti. Daha sonra Kuleli Askeri Lisesi’ne gittim. 1969’da mezun olduktan sonra askeri öğrenci olarak Cerrahpaşada okudum. Daha sonra uzmanlık olarak Psikiyatri’yi seçtim. O zamanlar genç hekimler hiç Psikiyatri’yi tercih etmiyorlardı. “Ben sevdiğim işi yapacağım” dedim. İyi ki de seçmişim diyorum. Psikiyatri’yi seçmemin sebebi sizin sorunuz ile de biraz ilgili. İnsanı tanımakla birlikte, insan sadece biyolojik bir varlık değil, psikolojik ve sosyolojik bir varlık. Hatta bilimin şimdiki yeni bakışıyla da insan aynı zamanda “Spiritüel”bir varlık. İnsan doğa ile açıklanmayacak kadar aşkın bir varlık. Bütün biyo, sosyo, psiko, spiritüel varlık insan. Bu kapsamda düşündüğümüz zaman, böyle bir vizyon ile baktığımız zaman insana psikoloji ve psikiyatrik hastalıkların tedavisinde sosyolojik etkenleri gözardı etmek mümkün değil. Ben tedavisini üstlendiğim bütün hastaların tedavi sürecinde; birçok meslektaş aileyi tedaviye katmaz, hastayı dinler, ikişey söyler gider. Ben kişinin yaşadığı ortamı da göz önüne almak durumundayım. Çocukluk çağlarını göz önüne almak, bütün hepsini değerlendirmek çok önemli ve şuanda da meslek tecrübemle de doğruladığım ve gördüğüm bir şey var; birçok psikiyatrik hastalığın arka planında çocukluk çağı travmaları yatıyor. Çocukluk çağı travlamaları; çocukluk döneminde yaşadığı olumsuz hikayeler, yaşantılar, hayat senaryoları, travmalar bütün bunların hepsi o kişinin, sosyal ortamın bir nevi “Malpraktis’i” olmuş oluyor. Böyle durumlar, toplum insanın ruh sağlığında çok önemli. Toplum psikolojisi açısından da, insan küçültülmüş bir toplumsa, toplumda büyütülmüş insan ise diyebiliriz. Onun için insan dinamik bir varlık. İnsanın bireysel dinamikleriyle, sosyal dinamikler ve kültürel dinamikler çok benziyor birbirine. Toplumdaki bireylerin %50’den fazlası belli bir sosyolojik norm içinde hareket ediyorsa o toplum psikolojisi oluyor. Onun için bireylerden bağımsız bir toplum olmaz. Eskiden baktığınız zaman psikiyatristler Durkheim’nın toplumu kutsallaştırması gibi tezlerin aslında olumsuz etkilediğini gördüler. Onun üzerine bunları sorgulayarak sosyoloji biraz sorgulama ihtiyacı hissettim. Hakikati arayıp bulma gayreti içinde olunca sosyolojiyi göz önüne almadan ruh sağlığını düşünmek imkansız. Aslında mesleğimizin zorunlu bir parçası gibi. Sosyolojiye ilgi duymam, toplum psikolojisi kitabını yazma motivasyonu da o şekilde oldu. Şuanda ençok atıf alan kitaplardan birisi.
Hem teorik düzeyde çalışmalarınızı yürütüyorsunuz ama aynı zamanda bireylerle ilgileniyorsunuz ve bununla da yetinmeyip toplumla da ilgileniyorsunuz. Toplum psikolojisi üzerine de gözlemlerde bulunuyorsunuz. Makaleler, konuşmalar… Bütün bunlar sizin topluma karşı mesuliyet duymanız ile ilgili bir şeyimi anlatıyor?
≥ Bu çok güzel bir tespit. Bu psikiyatri eğitiminde de çok da öğretilmiyor. Ama ben hep böyle; askeriye de bir söz vardır, ben asker kökenli olduğum için “Olaylara helikopterden bakar gibi bak”diye, büyük, yüksekten bak, daha geniş kapsamlı bak, sadece at gözlüğü ile olaylara bakma! Tarzında… Ben olayları ele alırken demin söylediğim insan modelini (biyo, sosyo, psiko, spirütüel) bir model gibi insanı düşünürken, diğer taraftan da, bir çin atasözü var “asıl hekimlik tedavi hekimliği değil” bir kişiyi alır tedavi edersin bu kostefektif dediğimiz maliyeti yüksek bir şey. Ayırdığın zaman ve enerji fazla oluyor. Ondan bir üst hekimlik daha var, “Önleyici hekimlik”, erken teşhis. Risk gruplarını belirleyip bu erken teşhisi tahmin edip o kişiye tedaviye erkenden başlamak. Bu daha bir üst seviye hekimlik. Asıl üçüncüsü en üst seviye hekimlik, “Koruyucu hekimlik”. Asıl hasta olmaması için ne yapması lazım. Ben mesleki tecrübemde gördümki 40 senedir bir hekimlik tecrübesi ile gözlemleyip çalıştığımda da psikiyatrideki hastalıkların %60-70’i yaşam stili hataları ile ilgili. Onun için 2008 yılında Hilal TV’de 1 sene kadar program yaptık. ‘Doğru yaşa, mutlu ol’ diye. Zahide Ülkü Bakiler hanım ile birlikte. Nasıl yaşarsan mutlu olursun? Bu önemli. Ben DiBekay’nin röportajını dinlemiştim. Özal’ın kalp doktoru. (Dünyada ilk kalp by-pass’ını yapan kişilerden birisi) 90 küsur yaşında bir kitap yazıyor, nasıl kalp hastası olunmaz diye. Kitap ABD’de 1.5 milyon satmış. Senin herhangi bir keşken, pişmanlığın var mı diye soruyorlar. Ben şimdiye kadar 1500 kişiyi ameliyat edip sağlığına kavuşturmuşumdur ama şimdiki aklım olsa bu kitabı 60 sene önce yazardım diyor, 1.5 milyon kişinin hasta olmamasını sağlardım diyor. Bu mesleki olarak daha büyük sorumluluk. Bunun için, böyle hareket ettiğimiz zaman kişinin hasta olmaması için ne yapmamız gerekir diye bütüncül, efektif yaklaştım ben. Birçok disiplini biraraya getirerek yaklaşmaya çabaladığım için multidisipliner çalışmalar çok yaptık mesela. Şuanda da 20’inci senesini geçti. Hastanede, daha sonra da üniversitede birlikte devam ettiğimiz, her Çarşamba sabahı yaptığımız multidisipliner bilimsel eğitim toplantıları var. Bütün disiplinler biraraya geliyor, ortak, bütüncül bir bilim anlayışıyla yaklaşmaya çalışıyoruz. Bu nedenle zaten dünyanın da gidişi bu yönde. Hatta onu biz şimdi İnsan ve Toplum Bilim Fakültesi Dekanımız Prof. Dr. Sayın İbrahim Özdemir hocam tespit etti, buldu. Yeni fark ettik biz de. 2014 yılında Arizona Üniversitesi ile Colombiya Üniversitesi’nde bir grup öğretim üyesi, bunların da çoğu psikiyatri ve noropsikoloji kökenli, daha sonra felsefe vs. diğer alanlarda karışmış, post materyalist bilim manifestosu yayınlamışlar. Yani şuandaki bilim materyalist bilim herşeyi açıklamıyor. O halde post materyalist bilim manifestosu açıklamışlar. Onu biz web sayfamıza koyduk üniversitede. Daha sonra onun 124 sayfalık ingilizce eki var, onu çeviriyoruz şuanda. Onun da Türkçesini yayınlayacağız üniversitemizin resmi web sitesinde.
≤ Hep bilimi eleştiriyoruz ama bu yönüyle de materyalizmin, post materyalizmin işaret ettiği ile de ilgili mi?
≥ Materyalizm şuanda sorulara cevap vermiyor, tükendi. Materyalizmin katkıları da oluyor ama diğer taraftan da birçok şeyi bizde realite körlüğü yaptı. Materyalizmi kutsallaştırınca bilim ilerlemedi, durdu, duruyor. Materyalizmi sorgulamak gerekiyordu ve onu yapmış. 2014’de açıkladıkları halde yansıma almıyor. Çünkü biliminde kendi statikosu var. Bilim statikosu var. Benim de bu tarzımın nedeni, biraz ezber bozucu birşeyim oldu. Hatta birçok tedaviye yeni tekniği Türkiye’ye 2000 yıllarında soktuğumda birçok meslektaş arkadaşım bana ciddi itiraz ettiler. Hatta itirazların dışında, manyetik uyarım tedavisi var, beyine manyetik uyarı verilerek yapılan tedavi. O tedaviyi yeni bir tedavi metodu olarak getirdim. Başladıktan sonra hastaneyi kapatmaya çalıştılar. Yaptığımız işin bilimsel olmadığına dair gazeteye ilan verdiler. Bütün bunlara rağmen ben etik standartlara ve bilimsel standartlara uyarak gitmeye çalıştığım için hepsine kanıt ve kalkanlarımızı hazır etmek gerekiyor. Kanıtlarınız hazır olduğu için zaman içerisinde yeni bir şey yaptığınız zaman ilk başta gülerlermiş, ikinci aşamada o biraz tutunca şiddetle karşı çıkarlarmış, üçüncü aşamada zaten biliyoruz bunu derlermiş. Şuanda o tedavi metodu öyle oldu. O itiraz edenlerin kendileri o sistemi kullanıyorlar.
≤ Yani bilim çevresininde kendi içinde bir statikosu ve egemenliği var, hep yıllarca alışıla gelen. Siz tabi onu eleştiren bir biçimde, Türkiye’nin de farklılıklarını katarak, farklı özelliklerle…
≥ Üniversitenin kuruluşunda 4 ilke benimsedik, bunu motto edindik. Bu sosyoloji ve siyasi alanlar için önemli. 1. Eleştirebilirlik, 2. Özgürlükçülük, 3. Çoğulculuk, 4. Katılımcılık. Bunlar aslında demokratik değerler ve demokrasi aileden başlar diyoruz. Demokratik değerler neden önemli; ben bunu mesleki pratiğimde de uygularken sadece hastayı değil o hastadan hareketle evreni eleştirisel düşünceye bakıyorum. Evreni, varoluşu… O açıdan da bakmaya çalıştığım için yeni yeni çağrışımlar yapıyor insanda ister istemez. Burada ben şunu gördüm; dünyada bu 4 madde demokrasinin bir nevi teorik temelini oluşturuyor. Bunu da üniversitenin mottosu yaptık. Mesela eleştirilebilirlik nedir, hesap verebilirlik. Eleştiriye açık olmayan kimse otoriterleşiyor, demokrat yerine otokrat oluyor. 2.Özgürlükçülük, bir anne bir baba zorla çocuğuna şunu giy diyorsa o despottur. Özgürlükçü anne&baba nasıl olur? 4-5 tane tişört çıkarır, birini daha sevimli, çekici yapar, çocuğum hangisini istiyorsun der, çocuk özerklik duygusunu tatmin eder, anne baba da kontrolü kaybetmemiş olur. Yani emir vermek yerine seçenek sunmak. Çoğulculuk nedir; bu evde herkes bunu giymeli, bunu yemeli, böyle düşünmeli. Totaliterliktir. Karşılığı çoğulculuk. Mesela üniversite olarak, yönetim olarak da bizim burada farklı insanları aynı amaç için benzer hareket şekliyle birarada çalışmasını sağlamak. Değiş de gel değil. Sen kalarak, ben kalarak biz ol anlamını yapmaya çalışıyoruz. Bu da ciddi bir sosyal bakış getiriyor, sosyal bilinç getiriyor. Demokrasi aileden başlar derken, siz sosyologsunuz, bunu çok iyi anlarsınız, ben şunu görüyorum; 70’li yıllarda Türkiye içinde ve tüm dünyada bir modernist-faşizm vardı. Türkiye de bunu yaşadı. Kılık, kıyafet dahil, 28 Şubat da dahil. Hepsi modernist-faşizmdi. Zorla böyle yiyeceksin, böyle giyeceksin, böyle yaşayacaksın, böyle düşüneceksin denilen… Bu 70’li yıllarda. Şuanda Batı, Türkiye, İran, Afganistan’dan küçük bir kıyaslama yapmak istiyorum. 70’li yıllardaki bir Afganistan ve İran fotoğrafı gördüm geçenlerde. O fotoğrafların hepsi bizim cumhuriyetin ilk yıllarında övüne övüne gösterilen kılık kıyafetlerin devrimlerinin yapıldığı fotoğraflar var ya, aynısı oralarda var. Afganistan’da var, İran’da var, Türkiye’de var. Modernlik budur, doğruluk budur diye ve modernliği yukarıdan aşağıya zorlayan bir modernist-faşizm. Şimdi modernistfaşizme karşı Afganistan’da, İran’da ne olmuş, Şah’ın devrilmesi ile ilgili İran’da yaşayan doktor arkadaşım var, o zaman İran Şahı o kadar otoritermiş ki, polis devleti kurmuş, insanları nefes alacak zamanları yok, insanlar çatılara çıkmışlar, İran devriminden önce günlerce çatıların üzerinde tekbir getirerek protesto etmişler. Başka hiç birşey yapmamışlar. Sadece bunu yapmışlar. Baskıdan bunaldığı için adam çekip gitmiş. Çavuçesko’da aynı şey oldu. Afganistan’da öyle oldu, otoriterleşmeye tepki oldu. Bir modernistfaşizm vardı tepki olarak halk da taliban hareketi başladı. Taliban hareketi Türkiye’de neden tutmadı? Ben bunu sorguladım. Neden Türkiye İran gibi olmadı, olmuyor? Bunları sorgularken demokrasinin aileden başladığını ve bunun ne kadar önemli olduğunu gösterdim. Bunun için Avrupa Birliği değerlerinden bence en önemlisi İnsan Hakları’nın kutsallaştırılma derecesinin önemli olduğu.
≤ Şimdi siz üniversitede perspektifinizi de ortaya koydunuz, hem devlet üniversitesinde çalıştınız, hem kendiniz özel bir üniversite kurdunuz, dolayısıyla mukayese etme imkanınız var. Müsadeniz olursa biraz güncel bir soru var; doktora tezlerini kaldırıp üç makale yazarım gibi bir şey gündemde.
≥ Bu çok tehlikeli. Doçentlik’de bunun zararını gördük. Doçentlik’de yayınlar arttırıldı ama predetör dergiler çıktı. Para verip bastırıyorlar, bu etik değil, doğru bir yöntem değil. Kaliteli yapanlar da var ama bu çok kötü şeylere müsait. Ayrıca Türkiye 2016’da kötü bir şey yaşadı.
≤ Siz aynı zamanda toplumsal psikolojiyle çarpışıyorsunuz.
≥ Ben o doçentlik sürülerine hiç çağrılmıyordum. O darbe yapan bir gruba verilmiş. Feto ekibinin elemanları birbirlerini doçent yapıyorlarmış. Türkiye maalesef bunu yaşadı.
≤ Türk yüksek öğretimine daha iyi olması için önerileriniz nedir?
≥ Şuanda Türkiye’nin eğitim reformuna ihtiyacı var. Biz eğitim reformu yapamadık. Sultan Abdülhamit döneminde iki tane Darül Finun kurulma teşebbüsü oluyor. O zamanki statiko onu engelliyor. 2-3 sene sonra yıkılıyor. Ahmed Cevdet Paşa, Filibeli Ahmet Hilmi, bunlar öncülük yapıyorlar. Biz de endüstri devrimi geldi, Osmanlı siyasi bakıyor olaya. O zamanlar eğitim statikosunu ulema temsil ediyormuş. Ulema direnince o zamanki yönetimde otoriterleşerek istipdat yönetimiyle Osmanlı’yı ayakta tutmaya çalışıyor. Fakat kendi yetiştirdiği talebeler, eğitime gönderdiği gençler onu yıkıyor. Bu otoriterleşmenin sonucudur. Osmanlı otoriterleşmenin bedelini ödedi. Halbuki otoriterleşme olmadan meşrutiyeti meşrua devam etseydi krallık gibi Belçika gibi biz geleneklerimizi koruyarak modernleşecektik. Kendi kültürümüzü koruyarak modernleşme fırsatını kaçırdı o. Şimdi de kendi kültürümüzü koruyarak modernleşme ile ilgili yüksek öğretim kurumunun sıfırdan yazılması gerekiyor.
≤ Yeniden aileye dönelim. Aile ile ilgili araştırmalarınız halkın da anlayacağı bilimsel bilgiyi kamusal algıya uygun transfer etmek bildiğiniz gibi çok önemli bir şey, kolay bir şey değil. Siz bunu yapıyorsunuz ve kitaplarınızda çok ilgi görüyor, insanlara faydalı oluyor. Aile ile ilgili olarak, Türk ailesi nereye gidiyor?
≥ Ben kitapları yazma ile ilgili şunu söyleyebilirim, hani bir söz vardır, “Sokrates gibi düşün, Babaanne’ne anlatır gibi anlat”. Ben bunu yapmaya çalışıyorum. Çünkü hedef kitle bu işin uzmanı değil. Onların işini kolaylaştırmak gerekiyor. Bilimsel bir makale yazdığın zaman aynı teknik ekip çatır çatır konuşursun, yazarsın ama belli bir sınırda kalır. Toplumu bilgilendirmek görevi de vardır üniversitelerin, akademisyenlerin.
≤ YÖK’ün 3 önemli amaçlarından birisi kamuoyunu aydınlatmak.
≥ Şuanda sosyal inovasyon olarak kabul ediliyor. Özel bilimsel dergiler, Planiks gibi, özel yazılımlar geliştirdiler, sosyal medyaya daha çok etkisi olan, web sayfasında daha çok etkisi olan üniversiteler sıralamada ön plana çıkıyor şuanda. Şımago diye bir sistem var, o çalışmada vakıf ve üniversiteler arasında yapılan bir çalışma var, o çalışmada biz 4.sıradayız. Arge alanı ve sosyal inovasyon alanı da vardı. Üniversitelerde ciddi bir şekilde küresel rekabet var. Dünya üniversitesi olmak zorundayız.
≤ Siz kürel-yerel gibisiniz. Adı Üsküdar ama.
≥ Zaten yerel olmadan küresel olamazsınız. Yerel değerlerinizi koruyarak, zaten Üsküdar ismini de bunun için seçtik. Yerel değerlerimizi koruyarak küreselleşmemiz gerekir. Biz gidip de batı müziğinin ustalarına batı müziğini anlatırsak onlar için sadece onları taklit eden oluruz. Halbuki bizim yaşadığımız kültür varya, Anadolu İrfanı dünyanın hayranlıkla izleyeceği bir tarihe sahibiz, kültüre, irfana sahibiz. Bunu 21. Yüzyılla sentez etmemiz gerekiyor. Anakronizm çok yapılıyor. Anakronizm bir insanda kronizmin şaşırmasıdır. Gelenekçilik ayrı geleneklilik ayrı. Bazı insanlar gelenekçi, Mevlana, Yunus neyse öyle yaşayalım diyor. Halbuki bir insan gelenekli olursa, anakronik olmazsa, kronolojiyi bozmazsa bugünü de yaşar ama geçmişten faydalanır. Geçmiş, geçmiş gibi yaşamaz. Geçmişi bugüne getirir. Geçmişe bugünün elbiselerini, bugünün eşyalarını, arabalarını kullanarak geçmişi yaşatabilmek mümkün. Bizim bu sentezi yapmamız lazım. Ben bu sentezi yapmayı önemsediğim için çok ilgi gördü. Aile sorunuza gelirsek, Aile de şu açıdan dikkatimi çekti, 2000’li yıllarda mesleki pratiğimde mesleğin verdiği bir tahmin edilebilirlik oldu burada. Birçok psikiyatrik hastalıkta bakıyoruz ki, ciddi aile patalojisi var ve küresel sistemde şuanda da daha önce de aile planlaması adı altında, şimdi de çeşitli aile karşıtı akımlar altında…
≤ Ben aile mühendisliği diyorum hocam.
≥ Doğru, çok güzel bir tabir. Aile de mühendisliğin bir türü. Aile yeni bir format geçiriyor şuanda. Aslında nüfus planlaması politikası. Ben 2000’li yıllarda hep şöyle söyledim, Türkiye’de aile bağları kuvvetlidir, doğru kuvvetli ama şuan istatistikler gösteriyorki, son 20 senede hane kırılganlığı bizde bir kişilik hanede hızla artıyor, beş kişilik ailede hızla azalıyor. Bütün dünyadaki durumlar, şuanda kuzey Avrupadaki duruma Türkiye hızla gidiyor. Türkiye’de evlilik dışı çocuk doğum oranı %2.9. Ama Fransada %59, İsveç, Norveç %56. İzlanda’da %69. 100 çocuktan 69’u evlilik dışı doğuyor. Bu çocukların çoğunu bakımevleri büyütüyor. Hatta Fransa’da artık doğan çocuklara anne baba yazdırmıyorlarmış. Ebeveyn 1-Ebeveyn 2 yazdırıyorlarmış. Bu küresel politikalar bunu destekliyor. En son bir video vardı, wold disney çocuklar üzerinde aile kavramını, anne baba kavramını önemsemeyen bir oyun üretiyor şuanda ve buna ciddi bir bütçe ayırmış. Amerika’da bile tenkit ediliyor bu.
≤ Bugünkü toplumsal cinsiyet eşitliği lafı tartışmaları bunun bir parçası mı?
≥ Ben Türkiye’de bir şey fark ettim, 2003’de New York’da bir kadın imam çıktı, namaz kıldı. Tam 11 Eylül olaylarından sonra. Müslümanların, islam dünyasının kadın politikaları hedefte, ben öyle düşündüm. Hedefte olduğuna göre bu konu, kadın üzerinden bir operasyon var şuan. Onun işareti bu. Psikolojik savaş kitabı da yazmış olmanın verdiği bir sorgulayıcılıkla öyle düşündüm. Onun üzerine ben kadın erkek psikolojisini, biyolojik farklılıklarını, psikolojik farklılıklarını tamamen klasik bilgilerden farklı olarak nörobilimin getirdiği yeni tezle birleştirdim. Nörobilimde diyorki; erkek beyni eril beyin. Mantık, muhakeme, hesaplama, analiz gibi ama sağ beyin duygular, heyecanlar, dişil beyin ön beyin, ikisinin dengelenmesini sağlıyor. Ön beyin, insanı sosyalleştiren, kimliğini, kişiliğini, şahsiyetini oluşturan. O kitapta kadın ve erkek cinsiyet, kimliksizleştirme politikalarına karşı biyolojik boyutu var bunun, sosyolojik boyutu var. Bunları ele almamız lazım. O kitabı ciddi bir çalışma ile yaptık. Anne rolü, baba rolü, eş rolü tüm bunlardan aile çeşitlerinden tut hepsine. Şuanda klasik kitap gibi bayağı ilgi görüyor. Her ay belli miktarda da muntazam satılıyor. Diyanetin Aile İrşad büroları çok alıyormuş. Küresel politikalara karşı bilimsel referans kaynak, dayanak hazırlamam lazımdı.
≤ Hakikaten Türkiye’de bu konuda pek kimse eleştirel bir tutum almadı. Siz bilimsel kimliğinizle, birikiminizle bilimsel dili kullanarak bu gidişata karşı eleştirel bir tutum ortaya koydunuz ve bunu aşma konusunda da aydınlatıcı bilgiler koyuyorsunuz. Bence kitabınızın rağbet görmesi bununla çok yakından ilgili. Bilim yapmak cesaret ister diye bir şey var. Maalesef Türkiye’de bunu pek göremedik. O toplumu aydınlatma sorumluluğu diyoruz ya. Bu açıdan da önemli bir şey. Ailelerimiz nereye gidiyor, cinsiyetsizlik mi ortaya çıkıyor, Türk aile yapısının cinsel kimliğini kaosa mı sürüklüyorlar? Siz bu konuda kamooyunda ciddi açıklamalarda bulundunuz, önemli yaklaşımlar ortaya koydunuz. Bunu gelecekte nasıl görüyorsunuz? Bu sorun geçici bir şey mi, aşılır mı?
≥ Şuanda küresel sermayenin yeni politikası bu. Bilinçli, dünya nüfusunu azaltmak için. Şimdi dünya nüfusu hızla artıyor. Küresel hâkimiyet iddiası olan kişiler bu nüfus artışını azaltmak lazım diye yaptılar. Küresel olarak dünyaya bizim hâkim olmamız lazım. 1960’larda nüfus planlaması, aile planlaması yaptılar, Türkiye’deki birçok sermaye grupları da buna katıldı. Ücretsiz olarak bütün Türkiyede spiral dağıttılar, ciddi kampanyalar yapıldı, devlet bunu destekledi. Fakat Türkiye’de nüfus hızla düşmeye başladı. Evlilik oranları düştü, boşanma oranları arttı, Batıda ve Anadoluda doğumlar azaldı. Doğuda devam ediyor. Geç evlilikler oldu. Bu aile planlaması politikaları işe yaradı. İnsanların çocuk yetiştirmeyle ilgili kaygıları arttı. Bunu için teknoloji de geliştirdiler, ilaçlar v.s.
≤ Bu muhafazakar veya seküler kesim fark etmiyor değil mi?
≥ Genel, bütün yapıldı ve bu devlet politikası olduğu için de o zaman kabul gördü. Ama şuanda nüfus azaltmak isteyenleri devletler destekliyor. (Mesela Çin). Türkiyede ve bütün dünyada nüfus planlaması, aile planlaması oturdu fakat yine de şuna bakıyorlar ki; evlilik sürdükçe nüfus durmayacak buna rağmen dünya nüfusu çok artıyor. Bize cinsiyetsizlik tezini işleyen bir proje getirmişti bir prof. arkadaş. Bu konuyu AB projesi gibi bir proje ile yapmak istedi, iyi bir fonda vardı, ben baktım o projede tuzaklar var. Bu projenin fon sağlayıcı kim? Bir araştırdık, Birleşmiş Milletler Nüfus Planlama Fonu çıktı. Birleşmiş milletler nüfus planlama politikalarında şuanda kadın erkek cinsiyetinde bir cinsiyetsizleştirme yapıp özgürlük adı altında, evlilik dışı açık evlilikler teşvik ediliyor. Evlilik dışı yaşantıları teşvik ederek aileye ihtiyaç yok algısı işleniyor. Bu özgürlük adı altında yapılıyor. Şuanda böyle küresel bir propaganda ve buna ayrılmış bir bütçe var. Türkiye’nin bu tuzağa düşmemesi lazım, lazımdı fakat düşmüşüz tuzağa. Kadın psikoloji kitabında, daha sonra aile kitaplarında çeşitli örneklerle, vakalarla anlatarak sunmaya çalıştığım, ataerkil kültürlerde bir erkek zulmü var. Ataerkil kültürler şuanda sorgulanması lazım. Bizim yaşadığımız ataerkil kültür nebevi bir kültür değil. Nebevi tarz ve model değil, mezapotamya kültürü. Rull müzesinde olan Hammurabi’nin yazıtı var orada, onun üzerinde tespit edilmiş. Araştırdım ben, dayaktan sorumlu öğretmen var mezapotamya kültüründe. Şiddet de islamiyetin ilk başlangıcında yok 50 sene. Sonra nebevilerle birlikte otoriterleşme başlıyor islam dünyasında, tek el başlıyor, saltanata giriyor. Halbuki ondan önce Resulullah (S.A.V.) vefat ederken yerine bir halife tayin etmemiş. Demekki halifelik sistemi nebevi bir sistem değil. Daha önce de Hz.Osman seçilirken altı aday çıkıyor, Hz.Osman istemiyor, onun üzerine Abdurrahman bin Avf Medine çarşısını dolaşıyor kim daha iyi yapabilir diye sorguluyor, Hz.Osman’ı işaret ediyorlar diğerleri feragat ediyor o şekilde oluyor.
O dönemin şartlarıyla toplumun nabzını öyle tutuyor.
≥ Daha sonra Hz.Hasan mesela iç savaş çıkmasın, müslümanlar birbirine girmesin diye halifelikten feragat ediyor, bir anlaşma imzalıyor, Emevi halifesi Muaviye öldükten sonra da 6 kişilik bir heyet olacak o seçecek diyor. O zaman entrikalarla mani oluyorlar. Hz. Hasan şüpheli bir şekilde zehirleniyor ve ölüyor. Hatta o zaman Hz.Hasan iç savaş çıkmasın diye feragat edince oradan birisi geçerken demiş ki ona “bu utanç sana yeter” demiş. Onun da verdiği cevap efsane, diyorki, “cehennem ateşi bu zülme sebep olacak ateşten daha kötüdür” diyor. Onun için Hz. Hüseyin öyle katledildi. Bunların hepsi bir otoriterleşmenin işaretidir. Ataerkil kültür bizim kültürümüz değil. Peygamberimizin hayatında da var bu. Ben bunu söyledim diye yine kafaları karıştırdım. Resulullah’ın (S.A.V.) hayatında 3 kadın modeli var. 1.Hz.Hatice (Anaç) Ona nübüvvetin ilk başladığında müthiş destek oluyor, 15 yaş büyük ondan. 2.model Hz. Fatıma (Hz.Ali’nin eşi) o ataerkil kültüre daha çok uygun. Onun için erkekler o tarzı daha çok tutmuşlar. 3.Hz.Aişe, (Bugüne daha uygun) onun kültüründe de itiraz eden, kıskanan, meydan okuyan bir kadın tipi var. Niye şükretmiyorsun diyen Hz.Ebubekir’e (babasına) Ben Allah’a şükür ederim diyor. Ama en çok da onu sevmiş Resulullah (S.A.V.). Burada tek doğru yok demekki. Bu doğrulardan birisini her aile seçecek. Ama bu zamana en uygun Hz.Aişe’nin tarzı. Ben bunu söyledim. Bir söz var, hüzünlü prenses olmak değil bilgelik daha çok yakışır kadına diyorum. Gidip de ağlayan, duygu sömürüsü yapan kadın olmayın, düşünen, sorgulayan, araştıran bir kadın tipine ihtiyaç var şuan. Bilge kadın tipine. O da Hz.Aişe örneği. Bu açıdan baktığınız zaman ailede de özü koruyarak, esası koruyarak bir nevi yenileme yapmamız lazım. Islah gibi. Ailenin tecdidi gibi. Bunu yaptığımız zaman hem aile olarak kalırız, hem aile bağları kuvvetli olur, hem de daha sağlıklı çocuklar yetiştiririz. Yoksa şuanda 10 milyon nüfusu var İsveç’in 200’ye yakın sığınma evi var. Türkiye 80 milyon, şuanda o kadar sığınma evi yok. Türkiye’de 10-15’i geçmez sığınma evi. (Bunlar özel bilgiler olduğu için deklare edilmiyor sığınma evleri) Biz eğer İsveç gibi olacaksak, kadınlarımız sığınma evinde kalacaksa; bu özgürlük müdür?
Biz aile olarak İsviçre’ye göre daha ilerdeyiz o zaman. İleri-geri tartışması varya…
≥ Ama Batıdan eğitim almış psikologlar geldiği zaman birey önemlidir, aile değil, birey kutsaldır, aile değil diyor. Batı kültürü açık evlilik bir seçenektir diyor. Evliler ama iki tarafın da sevgilileri var. Bu yürümüyor hazmedebilenler Türkiye’de de yapabilir. Bu 1970’lerde ABD’de başladı ama bu çok kabul görmedi. Çocuk da zarar görüyor, toplumda. Ama ısrarla özgürlük adı altında bunu tercih ediyorlar. Bu erkeklerin hoşuna gidiyor. Bundan kadınlar zarar görüyor. Aile birliği kadınların güvende hissettiği yer. Çocuk yetiştiriken 0-3 yaş arasında 1.derecede anne önemli. Anne yerini tutmuyor hiç kimse, kalıcı bir bakıcı lazım. Annelik kavramını yok etmeden kadının özgürleşmesini sağlamak lazım. 1960’larda başlayan kadının özgürleşme hareketi feminizm olarak bilinen haklı. Daha sonra bu feminizm kadın erkek savaşlarına dönüştü. Kadın erkek rekabetine dönüştü. Halbuki evlilikte kadın erkek rekabeti değil herkesi kabullenme ve tamamlama vardır. Eşini olduğu gibi kabulleneceksin, birbirinizin eksiğini tamamlayacaksın. Bu kabullenme ve tamamlama yerine ego savaşları, güç savaşları, hakimiyet savaşları, benim dediğim, senin dediğin, benim param, senin paran gibi. Yürümüyor o zaman. Şuandaki modernizmin aile öğretisi bu. Modernizmin aile öğretisini biz Türkiye olarak satın aldık ve bunu kullanıyoruz şuanda. Resmi politikamız olarak bunu satın aldık. Aile planlamasını satın aldık nüfusumuzu azaltıyoruz, bu aile politikasını da satın aldık, 20-30 sene sonra biz İsviçre gibi bir topluluğumuz olacak hayırlı olsun. Şuanda onu söyleyebilirim. Çünkü iletişim çağında yaşadığımız için 20-30 seneye de kalmaz. Hızla yeni küresel kuşak evlenmek istemiyor, aile ayak bağı, borca girmek istemiyor, böyle bir nesil var. Bir de bunlardan aile sorumluluğunu kaldırdığın zaman… İnsanlar korkarak aile olmak yerine ailenin bir mutluluk yuvası olduğunu, ailenin sığınak, güven alanı olduğunu ve bunun kaybedilince kıymetinin anlaşıldığından geçiyor. Aile politikaları bakanlığı kurulduğu zaman çok sevinmiştim ben. Fakat bu uygulamada maalesef olmadı, sadece şekilsel kaldı. Sadece ‘PR’ olarak kaldı, içi boş. Bizim aile politikalarımızın yeniden Batı’nın aile öğretisi ile değil kendi yerli öğretimize göre olması lazım. Yerli uçak üretiyoruz, yerli araba da üretiyoruz. Yerli savunma sanayi üretiyoruz ama yerli insan üretemiyoruz. Yerli insanda aileden başlıyor. Okul da önemli ama asıl aile. Biz şuanda bozulmadıysak, birçok değerlerimizi koruyorsak aile sayesinde. Ailenin dağıldığı yerde orada artık bütün adliyeler ve psikiyatri kliniklerine iş düşecek bütün dünyada olduğu gibi. Dünya oraya sürükleniyor şuanda.
Ailenin bu çağda yaşadığı yeni tehditler nelerdir? LGBT hareketinin Türkiye’deki atraksiyonlarını nasıl buluyorsunuz? Son soru bu olsun.
≥ LGBT aktivizmi politik bir aktivizm. Tamamen politik o. Hiç sosyolojik değil, psikolojik değil, tamamen politik bir aktivizm. Bu aktivizmin yaygınlaşıp yaygınlaşmaması, devlet politikası olarak satın alınıp alınmaması tamamen politikacıların vebalindedir. Bu aktivizm ciddi küresel bir lobi. Ben bunun tesirini şöyle gördüm, 5-6 sene önceydi. Los Angeles’da San Francisko’da LGBT aktivizminin 3.cinsel kimlik kabul edildiği, en rahat yaşadıkları yer. Gökkuşağı bayraklarıyla yaşıyorlar, saygı duyuyorum o ayrı bir konu. Orada yüksek bir otelde bir kokteyl vardı. Orada ben körfeze bakarken kırmızı bir köprüye bakarken SBMT başkanlık kurulunda olan Aoran isimli bir psikiyatrist vardı, ona homofobiyi sordum. Bizde Doğu kültürlerinde homofobi çok yaygın, görüşünü almak için sordum. Homofobi LGBT aktivizminin en büyük tezidir. Homofobinin haklı noktaları var fakat küçük bir haklı birşeyi alıyorlar, genelleştirip başka politik amaca yönlendiriyorlar. Homofobik yaygınlık toplumda yok mu? Var, homofobik gördüğün yerde öldürülmeli gibi diyen aşırı tepkiler var. Buna karşı muhakkak bir sorgulamak gerekiyor. Bunu sordum, güldü bana, “Dr. Bey ne homofobisi burada hetorofobi var”dedi. İlk defa duydum onu. Hetorofobi de evlilik karşıtı demek işte, evlilikten korkmak. O yaygınlaşmış şuan San Francisko’da. Fakat daha sonra daha açmak istedim, çok konuşmadı, korktu, çekiniyorlar. Ciddi bir siyasi lobi var. Hemen insanların kariyerlerini bitiriyorlar. 10,20,30 sene sonra hetorofobik bir toplum yapacaksak bunu Türkiye’de sosyal politikaları belirleyenlerin sorumluluğundadır bunu alıp almamak. Burada Türkiye’de aktivizm küresel olarak dünya nüfusunu azalatmak için fon alan gruptur. Tezleri de şu; kadın erkek cinsiyeti yok akışkan cinsiyet var. Bugün kadın olsam yarı erkek de olabilirim, ikisi de olabirim tarzındaki bir şey. 18 yaşındaki bir kimseye şöyle ol, böyle ol deme hakkımız yok zaten bizim. Ama 18 yaşına kadar anne ve babalar doğal vasi oldukları için, nasıl çocukların adına yurt dışına gitmeye, banka hesabı açmaya anne babanın vasi sorumluluğu varsa çocuğun kimliği ile ilgili hayatını ilgilendiren bir konuda da, cinsel kimliği, kültürel kimliği ile de anne babanın bir söz hakkı var, onların görüşü ile hareket edilmeli, ben bunu savunuyorum. Anne babadan, aileden alıp bunu dernek olmak istiyorlar bu derneklerde de pedofilik evlilikleri teşvik ediyorlar. Pedofilik evliliklerin Türkiyede önünü açmak istiyorlar. Ben buna itiraz etmezsem kendimi inkar etmiş olurum. Benimde buna karşı durma hakkım var onu kullanıyorum ama bu sosyolojik bir seçimdir. Biyolojik cinsiyet doğuştan geliyor, cinsel kimliği, anne-baba, toplum öğretiyor. Genetik kodu yok onun. Zaten Oxford’un 500 bin kişi üzerinde yaptığı bir genetik çalışma var, gay geni yoktur diye duyurdu bende paylaştım onu. Yayınlandı. 3.cinsiyet ile ilgili hiçbir gen yok. Kültürel aktarım olduğu içinde bunu kültürlere bırakmak gerekiyor. Bu politika dünya politikasını değiştirme politikasıdır. Kendi kültürümüzü koruma politikamız yoksa bunu savunmamız gerekiyor. Ben burada kendi alanımda bilimsel referanslarını, kaynaklarını uluslarararası tuzak maddeleri alarak 13 maddelik bir şey yayınladım. İstanbul Sözleşmesi ile ilgili. Ben şunu bekliyordum; 13 tane madde var; böyle olmalı, böyle olmalı diye karşıt bir görüş bekliyordum, maalesef burada hep belden aşağı şeyler yapılıyor, saldırılar oluyor. Ben kanıta dayalı budur diyorum. Uluslararası sözleşmelerde tuzak maddeler koymuşlar, 6284’deki yasada o tuzak maddeler var. Ben bunu ne zaman farkettim; 2010’ lu yıllarda bir hakim geldi bana. Depresyonda, bunalıma girmiş. Bir avukat hanım gitmiş kendisine bir şey yaptırmak istemiş yapmayınca avukat bana sözlü tacizde bulundu diyor onun üzerine bir kanun çıkmış kanunda diyorki, kadının beyanı esastır. Kadın iffeti ile ilgili önyargılı bu nedenle bir şey yapmaz ilkesi ile hareket ediyor. Halbuki iffet yani namus hem kadın hem erkek için eşit bir kavramdır. İffetini zedeleyecek bir şey yapmaz. Böyle bir teze dayandırmışlar bunu. Ne kadar ustaca bir tuzak ve bu 2012 de çıkan bir kanun. Kanundan sonra 2020 istatistiklerine göre kadına yönelik şiddet azalmamış tam tersi, 4 mislinden fazla artmış durumda. Kişi bu iftiraya karşı savunamıyor kendini. Hz.Yusuf’u düşün mesela. Firavun zaten beyanı esas aldı, 7 sene medreseyi yusufiyede yaşadı. Aynı şey şuanda. Yapılan daha farklı değilki. Kadının beyanı esas olur diye bir şey yok. Niyet okumaktır bu. Böyle bir kanun olmaz. Zan, vehim ve varsayımla kanun olmaz. Hukukun temel ilkesi, somut kanıt arar, maddi kanıt arar. Maddi kanıt yokki burada. Sadece iddia var. İspat sonunda iddia sahibine aittir. Suçun şahsiliği olması lazım. Kanıt olmayan, sadece varsayımla bir insanı mahkum etmek… Ben zaten kim olursa olsun bayanlarla kapı açık görüşüyorum, kim olursa olsun. Biri iftira atmak istese kendini savunamazsın…
Prof. Dr. Nevzat Tarhan