Din eğitiminden muafiyet üzerine
Din eğitiminden muafiyet üzerine
Analiz/Fahri ÇAKI
Anayasa Mahkemesinin Temmuz 2022’de açıklanan bir kararı, eski ve yaygın bir konuyu, din eğitimi meselesini, yeniden tartışmaya açmıştır. Buna göre bir vatandaşın ilköğretim 4. sınıftaki kızının zorunlu din kültürü ve ahlak bilgisi dersinden (DKAB) muaf tutulması yönündeki talebi ilgili kurum ve mahkemelerce reddedilmiştir. Bunun üzerine bu vatandaş ateist oldukları gerekçesiyle Nüfus Müdürlüğü’ne başvurarak kendisinin ve kızının nüfus cüzdanlarında din hanesindeki “İslam” ibaresinin kaldırılmasını talep etmiştir. Nüfus Müdürlüğü, bu talebi kabul ederek nüfus cüzdanlarından “İslam” ibaresini kaldırmıştır. Söz konusu vatandaş daha sonra AYM’ye başvurarak DKAB dersinden muafiyet imkânı bulunmaması nedeniyle “Eğitim ve öğretimde dini ve felsefi inançlarına saygı gösterilmesini isteme haklarının ihlal edildiğini” ileri sürmüştür. Yedi üyenin muhalefet şerhleriyle birlikte yaklaşık 83 sayfa tutan ilgili AYM kararı, bu dersin “İçerik olarak dinler hakkında yansız ve tanıtıcı bilgiler vermek amacıyla zorunlu olması beklenen din kültürü öğretimi kapsamında değil, İslam dininin ve onun belirli bir yorumunun eğitimi ve öğretimine” dönüşmüş olduğunu değerlendirerek söz konusu vatandaşı haklı bulmuştur. Aynı zamanda bu karara göre, din kültürü ve ahlak bilgisi öğretimi dersi zorunludur ama bunun dışındaki din eğitimi ve öğretimi küçüklerin ebeveynlerinin onayına bağlıdır. “DKAB dersi programlarında yapılan incelemede ilköğretim DKAB dersi (4,5,6,7 ve 8. sınıflar) öğretim programında ders programlarının yalnızca İslam dinine ait ibadetlerin öğretildiği, müfredatın öğretimin ötesine geçerek eğitim içeriğine sahip olduğu tespit edilmiştir.”
Anayasa mahkemesinin kararı kamuoyunda belli tepkiler çektiği gibi belli soruların doğmasını da sağlamıştır: Çocukların din eğitimi alması hususunda ebeveyn tercihleri ve devlet politikası arasında bir denge mümkün müdür? Meselenin aktörleri arasında çatışmanın doğması halinde çözüm ne olacaktır? Ebeveynin ateist kimliği çocuğunun din eğitiminden muaf tutulması için geçerli bir neden midir?
I.
Hemen belirtmek gerekir ki meseleye dâhil dört temel aktör vardır: a) çocuk, b) ebeveyn (veli), c) toplum, d) devlet. Bazen uluslararası kuruluşlar da beşinci bir aktör tipi olarak meseleye dâhil olabilirler. Bu aktörlerin her biri çocukların din eğitimi hususunda söz sahibi olmak ister. Ayrıca konuyu karmaşıklaştırmaya aday belli süreçler de vardır: a) İnsan hakları, b) çocuk hakları, c) demokrasi, d) dini aidiyet, e) laiklik, f) kapitalizm vb. Bu süreçlerin her biri de konuyla ilgili farklı çağrışımlar yapabilir. O halde meselenin temel aktörleri ve ilgili süreçler dikkate alınarak din eğitimi hususunda bir konsensüs sağlanabilir mi? Kimin ne kadar hakkı ya da sorumluluğu vardır? Konuyu tartışabilmek için bu aktörler ve süreçler arasındaki ilişkiyi din eğitimini de içine alan genel boyutlarıyla gözden geçirmek gerekir.
Aslında biyolojik olmaktan ziyade sosyal-kültürel bir inşa olan “çocuk” kavramı, yasal metinlerde genellikle 0-18 yaş arasındaki bireyleri kapsar. Bu yaş aralığındaki bireyler biyolojik, zihinsel, ruhsal, sosyal gelişimlerini henüz tamamlamadıkları için yetişkin kabul edilmezler ve yetişkinlerin sahip oldukları hak ve sorumluluklardan muaf tutulurlar. Çocuğa bu şekilde bakışa bazı itirazlar olabilir. Çocuk hakları söylemi de elbette çocuğa kendisiyle ilgili konularda katılımcı ve söz sahibi olmasını beklenir. Örneğin meslek seçimi konusunda çocuk birinci derecede söz sahibi olabilir. Ama bu çocuğun her konuda birincil karar verici olmasını gerektirmez. Örneğin yemek tercihleri ve uyku saatleri konusunda çocuğun “doğru” kararlar verememesi kuvvetle muhtemeldir. Sağlıklı gelişimini temin için ebeveyni (velisi) onun adına bu tür tercihleri yapma hakkına sahiptir.
Ebeveynler çocuğu dünyaya getiren ve onun bakım ve gelişiminden birinci derecede sorumluluğu üstlenen aktörler olarak çocuk üzerinde birçok hak iddia edebilirler. Ebeveynler, çocuklarının yeme-içme davranışlarına, kılık-kıyafetlerine, arkadaşlarıyla ilişkilerine, eğitim türüne ve süreçlerine müdahale hakkını kendilerinde görürler. Bu, genellikle çocuğu tehdit ve tehlikelerden koruma ve onu sağlıklı bir birey olarak yetişkinliğe hazırlama maksadına dayanır. Ancak ebeveynlerin çocuk üzerindeki bu ödevleri ona fiziksel, cinsel, ekonomik şiddet ve istismar uygulama haklarını vermez. Bu gibi durumlarda devlet devreye girer ve gerekli durumlarda devlet çocuğu ebeveynlerinden uzaklaştırıp kendi korumasına alma hakkına sahiptir. Devlet bunu yapar çünkü çocuğun ve toplumun menfaatleri bunu gerektirir. Tüm çocukların bakım ve gelişimlerinin doğrudan devlet tarafından üstlenilmesi de aslında bir seçenektir ama bununla ilgili tecrübeler olumlu sonuçlar vermediği için bu süreçler ailelere bırakılır.
Ailenin oluşumuyla birlikte topluluklar ve toplum da oluşmaya başlar. Topluluk/toplum halinde yaşamak zorunlu bir seçenek olmasa da insan türüne birçok avantajlar sağlar. Toplumsal hayat işbölümü sayesinde bireyin güvenliğini ve refahını artırır. Bu avantajlara süreklilik kazandırmak için toplum, hayatı düzenleyici normlar, değerler, kurumlar geliştirir. Diğer bir deyişle toplum bir kültür oluşturur. Bu kültür, bireyin (çocuklar ve ebeveynler de dâhil) yaşamına müdahale edici yönler taşır. Bir topluma ait olmak sosyalleşme süreçleri aracılığıyla bu kültürü içselleştirmek demektir. Kültür, toplumun kendisini yeniden oluşturmasının en önemli aracıdır. Kültür aracılığıyla toplum kendine has bir kimlik de oluşturmuş olur ki bu kimlik onu diğer toplumlardan ayıran en önemli unsur olur. Toplumun kimlik ve kültürünü belirleyen en önemli unsurlar etnik/ulusal aidiyet ve dindir. Bu unsurlar çerçevesinde toplum kendi içinde belli bir çeşitlilik de taşıyabilir. Bu durum toplumun farklı etnik ve dini aidiyetlere sahip topluluklardan oluşmasına yol açabilir. Genel toplum gibi topluluklar da kendilerini yeniden oluşturmayı garantilemek ister. Birden fazla etnik ve/ya dini aidiyete mensup topluluklara dayanan devletler bazen bunlardan birini esas alıp diğerlerini asimile etmeye çalışırlar; bazen de bunların üstünde bir üst kimlik (ulus bilinci) oluşturmaya çalışırlar.
Toplumun/topluluğun kendini yeniden oluşturması hem demografik ve ekonomik anlamda hem kültür/kimlik anlamında amaçlanır. Bunu temin için toplum/topluluk birey yaşamının birçok alanına müdahale etmeye meyillidir. Örneğin kimler kimlerle evlenebilir, ev içi roller nasıl paylaşılır, uygunsuz davranışlar nelerdir, komşuluk/akrabalık/arkadaşlık ilişkileri hangi ilkelere dayanır, kadınlar ve erkekler nasıl kıyafetler giyer vb. Bazen bu müdahaleler “aşırı” ya da “zararlı” boyutlar da kazanabilir. Örneğin namus cinayetleri, başlık parası uygulaması, kadın sünneti vb. Böyle durumlarda da yine devlet devreye girer ve topluma/topluluğa kimlik/kültür temelli uygulamalarında sınırlamalar getirir.
Görülüyor ki çeşitli yaşam alanlarında birey, toplum/topluluk ve devlet arasında zamanın devingenliğine göre gelişen ve bir müzakere ve mücadeleyle şekillenen bir ilişki söz konusu. Bu ilişkide hiçbir aktör tek başına hâkim ve muktedir değil. Söz konusu müzakere ve mücadelelerin makul ve ortak çıkarlara dayalı bir dengeye evrilmesi beklenir. Elbette bu dengenin ne olduğu farklı birey, toplum ve devlet teorileri bakımından farklılaşacaktır. Devlet okullarında din eğitimi meselesi bu teorik/ideolojik çatışmaların yaşandığı en önemli alanlardan birisidir. Ama anaakım uygulamalar açısından bakıldığında birkaç husus ortaya çıkmaktadır.
Öncelikle birey; varlığını, güvenliğini ve refahını topluma ve devlete borçlu olduğu için onların egemenlik haklarını görmezden gelemez. Bir toplumun üyesi olmak, onun kültürünü içselleştirmeyi ve kendini yeniden oluşturma kaygısına saygıyı gerektirir. Tarihte, buna riayet etmeyen toplum üyeleri sürgün edilerek aidiyet bağlarından koparılmışlardır. Hapis cezası da bir çeşit sürgün uygulamasıdır. Din eğitimi toplumun kendini kültürel olarak yeniden oluşturma kaygılarının önemli bir bileşenidir. Devletin, azınlık haklarını da koruyarak, üzerine dayandığı çoğunluk toplumun kültürünü esas alması doğal ve beklenen bir tavırdır. Tarihin ve toplumun bir oluşturulması olan devletin, okullarda din eğitimi sağlarken de buna uygun davranması umulur.
Birçok ülkenin anayasası çocuklara dini eğitim verilmesi hususunda ebeveynlere tercih hakkı vermektedir. Ancak çocuk ebeveynin mülkü değildir; ebeveynler kadar toplum/topluluk da çocuk üzerinde söz sahibidir. Devletin din eğitimini ebeveynlerin tercihine bırakmış olması, normal koşullarda ebeveynlerin üyesi oldukları toplumun/topluluğun dini aidiyetlerine uygun tercih yapacakları varsayımına dayanmaktadır. Yoksa çocuğu ebeveynin mülkü olarak gördüğünden dolayı değil. Örneğin çoğunluğu Protestan olan bir ülkede Katolik ya da Yahudi kökenli ebeveynlerin çocuklarına Protestanlık temelli din eğitimi verilmesini değil, Katoliklik ya da Musevilik temelli din eğitimi verilmesini isteyeceklerdir. Yahudi kökenli ebeveynlerin, örneğin, çocuklarına Katoliklik ya da İslam temelli bir din eğitimi verilmesini tercih etmeleri hayatın doğal akışına aykırıdır.
Ebeveyn(ler)in ateist olması durumunda konu nasıl ele alınacaktır? Yukarıdaki analizden hareket ederek şu sonuç çıkarılabilir: ebeveynler ateist dahi olsalar belli bir toplumun/topluluğun üyesidirler ve o toplumun/topluluğun kendini yeniden oluşturma hakkına saygılı olmak zorundadırlar. Çocuğun din eğitimi alması konusunda tercihin ebeveynlere bırakılması ilkesi ateizm açısından geçerli olamaz. Çocuk reşit olduğu zaman tıpkı ebeveynleri gibi ateist olmayı tercih edebilir ama o vakte kadar üyesi olduğu toplumun/topluluğun dini inançlarını, kavramlarını, uygulamalarını öğrenmek durumundadır. Bu öğrenme süreci çocuğun toplumuyla uyumlu bir ilişki geliştirebilmesi açısından işlevseldir. Ateist ya da deist olmak toplumunun kültürü ve inanç sistemiyle çatışma içinde olmayı gerektirmez. Ateizm bireysel düzeyde genel toplumunkinden farklı bir bilgi ve düşünce sistemine dayanır ama ayrı bir toplumsal kimlik oluşturmaz. Tarihte hiçbir toplum ateist bir kimlikle var olmadığı gibi modern toplumlarda da bir topluluk kimliği kazanmış değillerdir. Bu nedenle de ateist bir ebeveynin “ebeveynlik tercihini kullanarak” çocuğunun din eğitiminden muaf olmasını isteme hakkı olamaz.
Esasen ateist bir ebeveynin “ebeveynlik tercihini kullanarak” çocuğunun din eğitiminden muaf olmasını istemesi çocuğu kendi mülkü olarak gördüğünün bir göstergesidir. Bunun yanı sıra bu talep, ilişkili birçok muhtemel talepten geri durması bakımından da kendi içinde çelişkiler barındırır. Örneğin bu tür ebeveynler devlete ödedikleri vergilerin bir kısmından da muaf olmayı talep etmelidirler çünkü o vergilerin bir kısmı belli bir dinin hizmetinde olan Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesine gitmektedir. Aynı şekilde ateist bir ebeveyn çocuğunun İstiklal Marşını okumaktan da muaf olmasını talep etmelidir çünkü bu marşta geçen “Hakkıdır Hakka tapan milletimin istiklal” dizesi de açıkça belli bir dini inancı yansıtmaktadır. Anayasa Mahkemesi ateist bir ebeveynin din eğitiminden muaf olmasını haklı buluyorsa İstiklal Marşından muaf tutulma talebini ya da marştan bu dizenin çıkarılması talebini de haklı bulmak zorunda değil midir? Benzer bir şekilde ateist bir ebeveyn çocuğunun din eğitiminden muaf tutulmasını talep edebildiği gibi dünya görüşüne aykırı olduğu gerekçesiyle zorunlu askerlik hizmetinden muaf olmasını da talep edebilir. ABD’deki Yahova Şahitlerinin Amerikan Bayrağını selamlamayı reddetmelerinin bir benzerinin Türkiye’deki bazı ebeveynler tarafından da yapılmak istenmesini mazur görebilir miyiz? Ezan ve salaların hoparlörden okunmasının yasaklanması da bir başka ateist talep olabilir. Açıkça bu tür taleplerin sonu gelmez. Toplum ve devlet menfaatlerine zarar verici olan bu tür talepler ülkeyi kültürel emperyalizme karşı kırılgan hale getirme tehlikesini barındırır.
Ateist ebeveynlerin bu tür taleplerini bir tür bağnazlık olarak görmek gerekir. Aynı bağnazlık, başka ebeveynler tarafından kendi inançlarına aykırı düşünceleri aşıladığı gerekçesiyle bazı derslerden (felsefe, sosyoloji, biyoloji, tarih vb.) çocuğunun muaf tutulmasını talep etmesiyle de ortaya çıkabilir. ABD’de öğrenci olduğum yıllarda Yahudi kökenli bir ateist hocamın, Yahudilerin dini bayram günlerinde okula gelmeyişini “ben bir ateistim ama Yahudi topluluğunun bir üyesiyim; bu üyelik benim bu bayramda onlarla birlikte olmamı gerektirir” sözleri bireysel inançlarla topluluk üyeliği arasındaki ilişkinin nasıl olması gerektiğine iyi bir örnektir.
III.
Laiklik ilkesi, Demokrasi ve İnsan Hakları söylemleri din eğitimi meselesinin önünde birer bariyer olarak kullanılamaz. Öncelikle Laiklik ilkesini de, Demokrasi ve İnsan Hakları söylemlerini de değerlerden bağımsız söylemler olarak değil, belli tarihsel koşullarda belli toplumlarda belli çıkarlarla ilişkili gelişen söylemler olarak görmek gereklidir. Yani bunlar tarih üstü değil, tarihin ürünüdürler. Ayrıca bunlara ilişkin algılama ve uygulama standartları da evrensel olmaktan çok uzaktır. Din eğitimi konusu hem ABD hem birçok Avrupa ülkesinde devlet tarafından zorunlu dersler çerçevesinde yürütülmektedir. Hıristiyanlık, bu ülkelerde, vatandaşlarının çoğu için yaşam tarzlarını ve modellerini tanımlayan ve yönlendiren önemli bir rol oynamaktadır. Lüksemburg’da, Kilise ve Devlet arasında kesin bir ayrım yoktur. Almanya, Belçika ve Lüksemburg ve Avusturya’da dini hizmetler için vergiler toplanır; İrlanda Anayasası dini referanslara sahiptir. Norveç’te Evanjelik-Lüteriyen dini, Devletin resmi dini olarak kabul edilir.
Din eğitimi, Avusturya, Almanya, Danimarka, Finlandiya, Norveç ve Lüksemburg’daki ilk ve ortaöğretim müfredatında hala zorunlu bir ders olmaya devam etmektedir. İrlanda’da zorunlu olmasa da, ülkenin okul müfredatı dini ve ahlaki bir eğitimle doludur. Avustralya’da öğretmenlerin yanı sıra doğrudan Kilise görevlileri de okullara girme ve din dersi verme hakkına sahiptirler. Din eğitimi, bu ülkelerde öğrencilerin çoğunluğunun dini yönelimine göre sunulmaktadır. Finlandiya’da Lüteriyen olmayan öğrenciler de ebeveynleri talep ederse din eğitimi alabilirler. Bunun mümkün olabilmesi için söz konusu dinin Finlandiya’da kayıtlı olması gerekmektedir; talep eden öğrencilerin ailelerinin ilgili dini cemaatin üyeleri olduğunu kanıtlamaları ve talepte bulunan en az üç öğrenci olması şartı aranır. Anılan bu ülkelerde tüm din eğitimi derslerinin, Milli Eğitim Konseyi tarafından onaylanmış bir müfredata sahip olmaları koşulu geçerlidir.
Türkiye nüfusunun yüzde doksan dokuzu Müslüman olan bir ülkedir. Mevcut azınlıkların dini kimlikleriyle ilgili hakları ulusal ve uluslararası anlaşmalarla güven altındadır. Bu azınlıklara mensup ebeveynler, zikredilen ülkelerin çoğunda olduğu gibi Türkiye’de de, çocuklarının DKAB dersinden muaf olmasını talep etme hakkına sahiptirler. Ancak Türkiye’de, kendi toplumsal gerçekliğiyle uyumsuz olmasına rağmen, Fransız modeli bir laiklik dayatıldığı için 1982 Anayasasına kadar bu ders zorunlu olamamıştır. Yaşanan deneyimlerden çıkarılan derslerle birlikte ilk ve orta öğretim müfredatlarında bu dersin gerekliği anlaşılmıştır. Bu dersin dünya dinleri hakkında genel bir öğrenimden ziyade İslam dininin inanç, ibadet ve ahlak anlayışına odaklanması toplumsal talepler ve ihtiyaçlarla uyumludur.
Din eğitimiyle ilgili tartışmalar onun gerekli olup olmadığından ziyade nasıl uygulanacağıyla ilgilidir. Örneğin din eğitimi çoğulcu bir yaklaşımla mı, çoğunluğun eğilimlerine göre mi (din eğitimi mi, din öğretimi mi) verilmelidir? Yukarıda zikredilen AYM Kararının da dayandığı çoğulculuk yaklaşımına göre okullardaki zorunlu din dersleri belli bir dinin doktirinleştirilmesinden uzak bir şekilde ve farklı inanç biçimleri hakkında genel bilgiler içerecek şekilde verilmelidir. Bu kanaat her şeyden önce Dünyada onlarca dini/mezhebi inanç sistemi olduğunu göz ardı etmektedir. DKAB dersinin taraf tutmadan, sadece tanıtıcı mahiyette bu dinler hakkında bilgi vermesi hem gerekli değildir hem uygulanabilir değildir. Ne mevcut ders saatleri, ne din dersi öğretmenlerinin formasyonu bunu yapmaya elverişli değildir. Öte yandan din dersi hakkında böyle nötr bir öğretim yapılması gerekiyorsa siyasal sistemler ve ideolojiler hakkında neden aynı şey gerekli görülmemektedir? Mesela okullarda demokrasi düşmanı ideolojiler ve siyasal sistemler hakkında da tarafsız bir öğretim yapılmakta mıdır, yapılmalı mıdır? Bu konu öğretimi aşıp eğitim boyutu kazanıyorsa din eğitimi konusunda neden aynı şey makul olmasın? Din konusunda eğitim değil, çeşitli dinler hakkında öğretim verilmesi gerektiği argümanı verilen öğretimden sonra seçimin çocuğa bırakılması gerektiği fikrine dayanmaktadır. Peki ama aynı şey ideolojiler ve siyasal sistemler konusunda neden gerekli görülmemektedir?
Genel bir prensip olarak Devlet ve onun mahkemeleri çocukların zarar görmelerini engellemeye ve çocuğun yüksek menfaati neyi gerektiriyorsa ona göre kararlar vermeye çalışır. Kuşkusuz kim tarafından nasıl bir eğitim verildiğine bağlı olarak din eğitimi de çocuğa (ve topluma) zarar verici bir boyut kazanabilir. FETÖ ve İŞİD örneklerinin kanıtladığı gibi, eleştirel düşünceyi dışlayan ve belli kişilere mutlak itaati temin etmeye çalışan bir din eğitimi, şiddeti meşrulaştıran, sömürüye açık, vatana ihanetle sonuçlanan kitlelerin çoğalmasını sağlayabilir. Bu zarar/hasar tehlikelerine karşı devlet denetiminde bir din eğitiminin verilmesi hem çocuğun hem toplumun yüksek menfaatlerinin gereğidir. Aynı şey aslında milliyetçilik duygu ve düşünceleri için de geçerlidir. Devlet denetiminde sağlanacak bir eğitim; ırkçılıktan, faşizmden, yabancı düşmanlığından uzak bir milliyetçi kimlik gelişimi için nasıl mümkün ve gerekli ise başka inanç sistemlerine düşman olmayan fakat kendi dini kimliği hakkında bilinç geliştiren bir din eğitimi için de mümkün ve gereklidir.
IV.
Din eğitiminin devlet denetiminde yürütülmesine doğrudan dindar çevrelerden de itirazlar yükselebilir. Bunlar devletin dini ve din eğitimini kendi çıkarlarına göre manipüle edebileceği ve araçsallaştırabileceği gerekçesiyle bu itirazlarını seslendirebilirler. Bazı durumlarda bu kaygılarda haklılık payı da olabilir. Ama yukarıdaki analizlerde sözü edilen devletin, egemen bir devlet olduğu varsayılmaktadır. Egemen bir devletin, üzerine dayandığı toplumun menfaatlerine aykırı bir tutum alması için bir nedeni yoktur.